Otobüs Kornası

Sevmiyor beni bu şehrin kadınları; farkındayım. Beni gördüler mi saklanıveriyorlar. Sadece kadınları mı? Söğüt dalları, asma yaprakları bile ben altlarından geçerken gölgelerine sığınmayayım diye içine kapanıyorlar. Hoş ben de onlara bayılmıyorum ya. Elimde olsa hepsinin kökünü kazırdım. Ama elimde değil işte. Işıkları bile sarmıyor be! Geceleyin sokak lambaları, gökyüzünde yıldızları, hepsi ölüm sarısı bir solgunlukta, buz gibi bakıp duruyor bana.
Gece, ranzanın üst katına uzanmış tavandaki çatlakları seyrediyorum. En çok karpuz lambanın sağ taraftaki vidasının yanından çıkıp, koridor tarafında doğru kıvrılan çatlağı seviyorum. Çünkü o, yattığım yerden doğduğum kente giden yolun karayolu haritasına benziyor. Şu kapıdan çıktığımda, aynı çatlağın işaret ettiği gibi gidersem doğrudan evime varacağım.
Özgürlük ne garip şeymiş meğer. Hiç de öyle anlattıkları gibi kırlarda özgürce koşmak, dilediğince, bağıra çağıra şarkı söylemek, gönlüne göre sevişmek değilmiş sadece. Bakkaldan istediğin sigarayı alabilmek, hatta soğuk kola yoksa başka bakkala gidebilmek, uykun yoksa yatmamak, varsa kalkmamakmış.  Velhasıl kelam özgürlük “hayır” diyebilmekmiş.
Çok fazla insan tanımadım, tanımak istemedim. Birkaç ay sonra bir daha asla görmeyeceğim, hatta kimini gördüğümde boğazlamak isteyeceğim, belki kimini görmezsem üzüleceğim onca insanın hatırasını belleğimde, gönlümde taşımak çok saçma geldi. İki kişi var, telefon numarasını ezberlediğim; başka da yok.
En çok geceleri zorluk çekiyorum. Tanrı’nın hafif uyku ile lanetlediği biriyim. Bu nedenle onlarca değişik tonda horlamanın, insan kokusunun arasında uyumaya çalışmak işkence. Bu nedenle gündüz 10 dakikalık molalarda uyuya kalmayı öğrendim. Yastığa ya da yatağa ihtiyacım yok. Gözlerimi kapalı tutabileceğim birkaç dakika bana yeterli. Hatta yürürken uyuyabilen bir adam tanıdım. Eğer Tanrı’dan bir süper güç isteme hakkım olsaydı sanırım bunu isterdim. O kadar muhteşem ve burada hayati bir yetenek.
Uykuya dalamadığım için etrafı, insanları seyrediyorum. İnsanlar uyurken mitolojik canavarlara benziyorlar. Belki ben de öyleyimdir. İçeriyi seyretmekten sıkılınca dışarı çıkıyorum. Ruhen tabi. Yoksa yataktan çıkmam bile yasak. Önce pencereden süzülüyorum. Nizamiye kapısının birkaç metre ilerisinden asfalt geçiyor. Tam olarak nerden gelip nereye gittiğini ve gecenin bu saatinde nasıl olup da bu kadar kalabalık olduğunu bilmiyorum. Ama buraya bu yoldan geldim, giderken de aynı yolu kullanacağım. En çok kamyonların ve yolcu otobüslerinin o sadece gece duyulabilen uğultusu canımı acıyor. Ne garip! Özgürlüğe birkaç metre ötemden geçen bir otobüs kadar yakın olup bu kadar aciz olmak…
Şoförler de seviyor bizi. Pek çoğu, eğer saat çok geç değilse korna çalıp selam veriyorlar bize. O korna sesinin ilkel bir mızrak gibi karın boşluğuma saplandığını bilmeden…
Yanımdaki kıpırdanıyor birden. Ya uyumadı ya da uyandı. O da pek çoğu gibi önüne gelenle arkadaşlık kurup muhabbet ederek gün doldurmak isteyenlerden; hiç tipim değil yani. Görmezden gelmeye çalışıyorum. Zira hayal dünyam onunla yapacağım birkaç dakikalık sohbetten çok daha renkli, çok daha zevkli. İstersem göl kenarında balıkta, istersem bir ağaç gölgesinde alemde olabileceğim bu değerli zamanı neden onla heba edeyim ki?
Ama yine de şansını denedi. “Uzak mı?” diye sordu. Anlamamış gözlerle baktım yüzüne. “Geldiğin yer diyorum uzak mı?” diye tekrarladı. “Uzak ya” dedim. “Yani bence uzak” Israrla sormaya devam etti. Biraz sıkıldığımdan biraz da kafası karışsın da başka bir şey sormasın diye “Bir otobüs kornası kadar” deyiverdim. Şaşırdı, deli mi ne diyerek arkasını döndü. Benden başka hiç kimsenin bilmediği bu mesafe ölçüsü sayesinde yalnızlığıma geri döndüm.

Yorum Gönder

0 Yorumlar